Sayfalar

Paul Eluard

Paul Eluard


https://yadi.sk/d/FCi_oaQ6qHYcu



Bulutlar adına söyledim onu sana
Deniz ağaçları adına söyledim
Dalgalar adına dallardaki kuşlar adına
Gürültü taşları adına
Sevişen eller adına söyledim
Bakan göz bakılan göz adına
Göğü bezeyen uyku adına
Puslu geceler adına
Yoldaki parmaklıklar adına söyledim
Ak alın açık pencere adına
Düşündüklerin konuştukların adına
Sonu gelmesin diye söyledim
Bu okşayışın bu güvenişin bu inanışın
Sonu gelmesin diye



İnsanın güzelliği insandan yüce
Ama onlar bunu bilmezdi
Düşünmek için yaşar susmak için düşünürlerdi
Ölmek içindi yaşamaları boşunaydı
Ölümle kaparlardı iyi yüzlerini
Düzene koymuşlardı yavrum
Mal mülk uğruna
Bayağılıklarını sevgilerini
Çiçekleri çiğner gülüşleri boğarlardı
Tüfeklerinin ağzındaydı yürekleri
Duymazlardı yavrum yoksulların küfürlerini
Yarının mutlu yoksullarının
Gün görmez düşler içinde ölümsüzdürler gerçi
Ama bulaşsın diye bulutlar çamura
Boyuna inerlerdi bakmadan yukarlara



SAVAŞTA ÖLENLER
Her yer tıklım tıklım ölü
Acı boğacak beni boğacak beni
Otlar yalnızlıktan kupkuru
Ama suçlu ben değilim ben değilim
Katillerle bir olmadım olmayacağım da
Özgür kalacağım işte böyle bir başıma
Ve insanoğluna bundan sonra da
Ne ölüm dokunacak ne dirim

Panait Istrati

Panait Istrati



https://yadi.sk/d/-4jVuSlWqFoXS





Adriyen Zografi, yirmi iki yaşındayken, ilk defa 1906
yılı Aralık ayında memleketinden ayrılıyor. İskenderiye'ye
gitmek üzere Köstence'de vapura biniyor.
Bu, onun hayatında sayılı bir gündür. Büyük Harbin
arefesine kadar genç idealistimiz, Akdeniz'de aşığı olacaktır.
Romanya, annesinin üzüntü içinde didindiği İbrail,
onu ancak kırlangıçların yuva kurmalarına yetecek kadaı-
kısa süreler içinde tekrar görebilecektir.
Bu sayfalarda, Adriyen, Akdeniz'deki masal ii.lemini
kendi ağzından anlatıyor.



Dostlarıma bakılırsa ben, bir yazar olarak yaratılmışım,
yalnız makalelerle kalmıyarak daha başka şeyler
de yazmamı istiyorlar. İyi ama, bir şeyler bulup uydurmasını
bilmeden insan yazar olabilir mi? Ben de işte böyleyim.
Hiç değilse, ana hatlarını yaşamış olmadığım bir
macera hayal etmek elimden gelmez.
Dün, İbrail'den ayrılırken, bana gene demişlerdi ki:
- Harikulade şeyler göreceksin. Bir hikaye karalamaya
çalış.

pablo neruda

pablo neruda


https://yadi.sk/d/DSXGOsEFqFnwT


"Orada, doğa bana bir tür sarhoşluk veriyordu. On yaşlarında
kadardım, ama çoktan şair olmuştum. Bir tek dizem bile
yoktu henüz, ama kuşlar, böcekler ve keklik yumurtaları ilgimi
çekiyordu ya, bu yeterdi. Bunları, çelik gibi mavimtrak, loş ve
parıltılı, tıpkı tüfek namlusu rengindeki akarsu yataklarında
bulmak gerçekten olağanüstüydü. Böcek ve haşaratın kusursuz
yapısı beni şaşırtıyordu. Zehirsiz karayılanların dişilerine rastladım
mı hemen yakalıyordum. Şili’deki sürüngenlerin en irisi,
siyah, kaygan ve güçlü bir hayvandır bu. Onu, makilerin1 ve
yabani elma ağaçlarının, yaşlı coigue’lerin2 gövdelerinde beklenmedik
bir anda görmek çok ürkütücüdür. Ama ben, onun
ne kadar güçlü olduğunu, zarar vermeksizin üstüne çıkıp ayakta
durabileceğimi biliyordum. O büyük savunma gücü sayesinde
zehire gereksinmesi yoktu."




Yeter artık alacağım kadarını aldım yıkımlardan
Böyle sürüp gidemez bu, anlaşıldı mı, sürüp
gidemez bu böyle
Bir kök ya da bir gömüt gibi yaşamak - ne bu be-
Yeraltında tek başına, cesetler arasında
Katılaşmış soğuktan, bunaltıdan geberip gitmek



Bir tabak hepinize, zengin baylara bir tabak
Elçilere, bakanlara, zorbalara bir tabak
Akşam çaylarında kibar bayanlara
Rahatça yerleşmişlere koltuğa
Bir tabak, kirli kanlı bir tabak
Her sabah, her hafta, her zaman
Önünüzde duracak
Bir tabak kan
Almeria’dan



Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.



Hangi akla uydular, hangi akla
Ne geçti ellerine üstelik
Ay’a uzay gemileri atmakla?
Bulurlar mı umduklarını sanki
Güzelim göklerin canına okumakla

özdemir asaf

özdemir asaf


https://yadi.sk/d/b6i1Q-6vqFnYc





Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.


Sana gitme demeyeceğim.
Yine de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.


Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.



ÖTE
Benden, onlara benzer olmamı beklemeyin,
Ve onları yineler olmayı beklemeyin.
Herkes yeniliğine varır, kendi kalırsa.
Kimseden bana benzer olmayı beklemeyin.
Ne zaman nereye gitmedimse,
Hiç kimseyi de incitmedimse,
Konular birikti kendiliğinden;
Ben ne kadar biriktirmedimse



Rüzgâr mı dedim..
İsterim ki saçların dağılsın.
Gece mi dedim..
Hemen düşüncelere dalmalısın.
Aşk der demez
Kalbin hızlı çarpmalı.




16 Mart 2016 Çarşamba

oscar wilde

oscar wilde

















https://yadi.sk/d/LtIDAMGjqENyN




Reading Hapishanesi Hakkında
Londra'dan 60 kilometre kadar uzaktaki Reading beldesinde
bulunan, resmi adı H.M. Prison Reading, yani Reading Devlet Hapishanesi
olan ve halk arasında Reading Gao/, yani Reading Zindanı
olarak bilinen hapishane, 18 44'te açıldı. Hapishane açıldıktan sonra
uzunca bir süre boyunca mahkumlar, o zamanlarda yaygın olan
hücre sistemiyle hapsedildi. Hapishane, hükümetin harcamaları
azaltma tedbirleri gereğince Kasım 2013'te kapatıldı.


He did not wear his scarlet coat,
Far blood and wine are reci,
And blood and wine were on his hands
When they found him with the dead,
The poor dead woman whom he loved,
And murdered in her bed.


Kırmızı ceketini giymemişti,
Çünkü kan da, şarap da kırmızıydı,
Ve kan da, şarap da ellerine bulaşmıştı
Onu cesedin yan ında bulduklarında,
Sevdiği ve yatağında katlettiği
Kadıncağızın yanında.


He walked amongst the Trial Men
in a suit of shabby grey;
A cricket cap was on his head,
And his step seemed light and gay;
But 1 never saw a man who looked
So wistfully at the day.

Yürüdü diğer Suçlularla birlikte
Üzerinde hırpani, boz bir kıyafetle;
Bir de başında kasketle,
Ve hafif, şen adımlar ile;
Oysa ben görmemiştim bir kez dahi
Güne böyle efkarla dalan birini.

The Warders with their shoes of felt
Crept by each padlocked door,
And peeped and saw, with eyes of awe,
Grey figures on the floor,
And wondered why men knelt to pray
Who never prayed before.


Keçe kunduralarıyla Gardiyanlar
Kilit vurulmuş kapılardan sürünüp geçti,
Bakınca gördüler ve şaşkına döndüler,
Yerde duran boz renkli şekilleri,
Ve neden secdeye yatmış diye d üşündüler
Önceden hiç dua etmemiş bu bedenler.


All through the night we knelt and prayed,
Mad mourners of a corpse!
The troubled plumes of midnight were
The plumes upon a hearse:
And bitter wine upon a sponge
Was the savour of remorse.

Gecenin karanlığında diz çöküp dua ettik,
Bir cesedin yasını tutan biz deliler!
Gece yarısı görünen titrek kuştüyleri
Cenaze alayındaki çiçekler gibiydi:
Süngerdeki ekşi şarap ise
Sanki pişmanlığın lezzetiydi.




Oruç Aruoba

Oruç Aruoba


https://yadi.sk/d/6G74CJsVqENfD



Soylu Çınarlar : Bahar' da en geç yaprak veren; Güz' de de, en erken
sararan, onlardır - oysa, arsız Kavaklar, alelacele yeşerip,
yeşilliklerine sonuna dek tutunmağa çalışırlar - ama, yaprak
dökümleri, Güz boyunca, onursuzca ve utanç içinde sürüp gider
- oysa Çınarlar, yapraklarını Yaz bitiminde sarartır, kurutur,
ama tutarlar - sonra, Kış'ın ilerlemiş bir gününde, tek bir
seferde, döküverirler.
Yoğurtçubaşı/Çiftehavuzlar




Beethoven'in "Ayışığı" sonatı, 'Ay'ı ya da onun 'ışığı'nı (sanki,
'musiki diliyle') ne simgeler, ne anlatır; ne onun 'sesel' benzeşiğidir
ne de 'müzikal' betimlemesi - o, işte, "Ayışığı"dır
-"Pastoral" senfonisinde işitilenler ('doğanın sesleri' . . . ) de, ne
kuşlar ne de gökgürültüleridir - müziktir . . .
Gümüşlük Akademisi



İstinye körfezinde bu akşam garipliği
Bir mihnetin sonunda teselli kadar iyi

Hülya, serinleşen köyü,her an morartıyor;
Sessiz gelen saat-başı sürdükçe artıyor.

Durgunlaşıp bir ayna kadar parlıyan suda,
Dünya gwzel göründü resimleşmiş uykuda.

Binlerce lale serpili yüzlerce bahçeden
Beş yüz yılın kadehleridir şimdi yükselen.

Eşsiz Boğaz! Şerefli hayalin derindedir!
Senden kalan o levhada her şeyi yerindedir.

orhan pamuk

orhan pamuk


https://yadi.sk/d/8jEgB1EIqEDEM 








Hayata bir anlam verme merakı olan herkes ömründe en azından bir kere doğduğu konum ve zamanın anlamını da sorgular. Dünyanın bu köşesinde, bu tarihte doğmamızın anlamı nedir? Bize, piyangodan çıkmış gibi verilen, sevmemiz beklenen ve en sonunda içtenlikle sevmeyi başardığımız bu aile, bu ülke, bu şehir adil bir seçim midir? Yıkılan bir imparatorluğun çöktükçe çöken kalıntıları, külleri altında, eziklik, fakirlik ve hüzünle solarak eskiyen İstanbul'da doğduğum için bazan kendimi talihsiz bulurum. (Ama içimden bir ses asıl bunun bir talih olduğunu söyler bana.)



Bu duygu, 1867'de İsviçre'deyken Dostoyevski'nin Cenevrelilerin şehirlerini çok sevmelerini hiç anlayamamasına benzetilebilir. "En basit şeylere, hatta sokaktaki direklere bile çok güzel ve şahane şeylermiş gibi bakıyorlar" diye öfkelenir Batı'ya öfkeli milliyetçi Dostoyevski yazdığı bir mektupta. Cenevreliler basit bir adres tarifi yaparken bile "O şahane ve çok zarif bronz çeşmeyi geçtikten sonra" diyerek içinde yaşadıkları tarihsel çevreyle gururlanırlar. Oysa benzeri durumda "Şu kör çeşmeden dön, yangın yeri boyunca sokaktan yürü," derdi bir İstanbullu, ayrıca bu yabancının bu yoksul sokaklarda göreceği şeylerden de huzursuz olarak. Gelişigüzel bir örnek, ileride sözünü edeceğim en büyük İstanbul yazarlarından birinin, Ahmet Rasim'in Bedia ve Güzel Eleni adlı hikâyesinden alınabilir: "İbrahim Paşa Hamamı'nı geçin. Biraz daha ilerleyin. Sağ tarafınızda sokak başındaki yıkıntıya (hamam) bakan köhne bir ev görürsünüz."



Ama Ahmet Rasim'in sesini ve edasını belirleyen asıl şey yazıyla geçinen bir gazeteci, bir köşe yazarı, o dönem Fransa'sındaki adıyla, bir feuületoniste oluşudur. Geçici öfkeler ve bağlılıklar dışında kendisini pek de heyecanlandırmayan siyaset, zaten devlet baskısı ve sansür yüzünden (orası burası kesilip atıldıkça sütunlarının kimi zaman nasıl boş kaldığını keyifle anlatır) tehlikeli ve imkânsız bir konu olduğu için o da bütün gücünü yaşadığı şehri zevkle, iştahla gözlemeye verdi. ("Siyasetin yasakları ve darlığı yüzünden konu bulamıyorsan belediye sorunlarını ve şehir hayatım konu edin, çünkü her zaman okunur!" Bu, yüz otuz yıllık bir İstanbullu köşe yazarı öğüdüdür.)


Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim zevkimi nedenim tam kavrayamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı bilemediğim için, güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu. Resim yapmadan yaşamak, arada bir terketmek zorunda olduğum asıl dünyayı, başkalarının "hayat" dediği şeyi yavaş yavaş bir hapishaneye çeviriyordu. Bu duygu üzerime fazla gelirse -ve çok da sigara içersem- nefes almakta zorlanıyor ve sıradan hayatın içinde tıknefeslikle boğulduğumu hissediyordum. Kendime bir kötülük etmek, bundan da hoşlanmazsam dersten, okuldan kaçmak gelirdi böyle zamanlarda içimden.

Orhan Hançerlioğlu

Orhan Hançerlioğlu


https://yadi.sk/d/AxtfkSmIqECWP


Bu sözlük, gerçekte, özel bir alanda düzenlenmiş bir felsefe sözlü- .
ğüdür. Başlıklar, ilkin, çağdaş düşüncenin genel yapısı üstündeki çalışmalarımızdan
seçilmişti. Sonra, olanaklarının zorlamasıyla genişledi.
Genel bilgiler veren yerli ve yabancı yapıtlar dışında hiçbir sözlükten
de yararlanılmadı.
Sözlük bilgiyi parçalar. Parçalanabilen bilgi metafizik bilgidir.
Diyalektik bilgide bir şeyi söylemek için her şeyi söylemek gerekir. Diyâlektik
bilgiyi metafizik bir yapıda vermek söz konusuydu. Eksikler,
bunlara ve böyle bir sözlüğün dilimizde ilk kez yapılmış olmasına bağışlanmalıdır.
•,
Çağımız düşüncesi bütün bilimleri, özellikle de ekonomi bilimini
içerir. İnsan yaşamı üretimle başlamış, toplumsal yapı üretimle belirlenmiştir.
Ekonomi bir altyapı bilimidir ve felsefeyle kökten bağımlıdır.
Felsefeyse, artık, pratikle kaynaşarak, bir uzmanlık işi olmaktan
çıkmış, çağdaş insanın en gerekli temel bilgisi olmuştur. Bizi böylesine
çalışmalara iten de budur.


İ ÇİNDEKİLER
Ekonomi Sözlüğü 9
Osmanİıca Dizin 497
Fransızca Dizin 525
Almanca Dizin 553
İngilizce Dizin 575
Kişi Adları Dizini 602
Özet Kaynaklar 607


KESİNTİ (Os. Kat’îyât, _ Tevkifât; Fr. Retenue,
Al. Unterbrechung, îng. Déduction) Ödenen
bir paradan kesilen bölüm... Örneğin, bu
anlamda, maaş ve ücretler ödenmeden önce
kesilen vergiléri dilegetirmek için vergi kesintisi
deyimi kullanılır. Bk. Kaynakta kesme.


PAZARLIK GÜCÜ (Os. Pazarlık kuvveti, '
Fr. Force de marchandage) Pazar koşullarının
pazarlığa uygun olmasıyla kazanılan güç...
Örneğin arz talepten çoksa bir alıcının, talep
arzdan, çoksa bir satıcının pazarlık gücü
var demektir. Bk. Pazarlık.

Octavio Paz

Octavio Paz


https://yadi.sk/d/3mmu7oIjqCGre





Latin Amerika'da pozitivizm, Avrupa'da olduğu gibi
sınai ve toplumsal ilerlemeyle ilgili bir liberal burjuvazinin
ideolojisi değildi, büyük toprak sahiplerinin oluşturduğu
bir oligarşinin ideolojisiydi. Bir mistifikasyondu, kendini
aldatma olduğu kadar bir aldatmaydı da. Aynı zamanda,
dinin ve geleneksel ideolojinin radikal bir eleştirisiydi. Pozitivizm,
rasyonalist felsefeden olduğu kadar Hıristiyan
mitolojiden de uzaklaştı.



Modern çağ kendini devrimci olarak nitelendirmektedir.
Birçok açıdan öyledir, ilk ve en açık olanı semantiktir:
Modern dünya revolution sözcüğünün anlamını deği§tirmi
§tir. Ba§langıçtaki anlamın -gezegenlerin ve yıldızların
dönmesi- yanına yerle§tirilen, §imdi daha sık kullanılan
bir ba§ka anlamı vardır: Eski düzenden §iddetli bir koQ�
ve yeni, daha adil ya da daJıa rasY.onelbir düzenin kuruluş
u. Yıldızların dönܧÜ,- dai􀋬esel bir zamanın gözle görülür
bir tezahürüydü; yeni anlamıyla r!!!!!lution a􀋭d_ı􀋮ık, çizgisel
ve geri döndürülemez zamanın en kusursuz anlatımı haline
gelmiştir. Biri geçmi§in ebedi dönü§ünü ima ediyordu;
öteki ise geçmi§in yıkılmasını ve yeni bir toplumun kurulu
§unu. Ancak ilk anlam, tümüyle ortadan kalkmamı§tır;
bir b􀋯ka dönü§ümden geçmektedir.



Noam Chomsky

Noam Chomsky


https://yadi.sk/d/PTB-vTNQqCGSL






Yerçekiminin koyut olarak alınmasıyla, res cogitans'm koyut
olarak alınması arasındaki temel ayrımı, başka bir anlatimla geliştirilen
açıklayıcı kuramların gücündeki büyük farkı görmezlikten
gelmek istemem. Ne var ki Newton, Leibniz ve gelenekçi Descartesçılarin
yeni fizikten hoşnutsuzluk nedenlerinin, ikici bir usçu
ruhbilimin hemen reddedilme nedenleriyle çarpıcı biçimde benzerlik
göstermesinin öğretici olduğunu sanıyorum. Zihnin özelliklerini
ve yapılanmasını inceleme çalışmalarının, bir ölçüde oldukça
sudan nedenlerle, bir yana bırakıldığım söylemek ve bunun
giderek daha genel bir "bilimsel" tutumun yayılmasından
kaynaklandığım öne süren yaygın görüşte belli bir çelişki olduğunu
belirtmek yanlış olmaz sanırım.


Goodman'a göre, ikinci-dili öğrenme sorununun ilk-dili öğrenme
sorunundan farklı olmasının nedeni, "elde bir dil olunca,"
bu dilin "neden ve nasıl sorularına yanıt vermek için kullanılabilmesi"
dir. Goodman bunun ardından da, "bir başlangıç
dilinin edinilmesinin, ikincil bir simge dizgesinin edinilmesi olduğunu"
ve olağan ikinci-dil edinimiyle tamamen aym düzeyde
bulunduğunu ileri sürmektedir. Onun sözünü ettiği birincil
simge dizgeleri, "jestlerin, duyusal ve algısal her tür oluşumun
gösterge işlevi gördüğü ilkel, dilöncesi simge dizgeleri"dir. Ancak,
bu dilöncesi simge dizgelerinin, bir ilk-dilin ikinci-dilin öğrenilmesinde
kullanılabildiği biçimde, "neden ve nasıl sorularına
yanıt vermek için kullanılmasının olanaklı olmadığı açıktır.
Bu nedenle, Goodman'ın uslamlaması, kendi gerekçeleri dikkate
alındığında bile, tutalı değildir.

Niyazi Mısri

Niyazi Mısri


https://yadi.sk/d/Uvu9Z2EhqCF3v


Ey çarh‐ ı dûn n’ettim sana hiç vermedin râhat bana,
Güldürmedin önden sona ah mihnetâ vah mihneta
Bendinden âzad etmedin, feryâdıma dâd etmedin.
Bir dem beni şâd etmedin ah veyletâ vah veyletâ.
Erişmedi dosta elim Rahmân’a varmadı yolum
Çıkmadı başa menzilim ah gurbetâ vah gurbetâ
Kârım dürür derdile gam gitmez başımdan hiç elem,
Gülden cüdâ bir bülbülüm ah firkatâ vah firkatâ.
Mecnûn veş âh edeyim Ferhâd veş vâh edeyim,
Bu virdi her‐gâh edeyim ah hasretâ vah hasretâ.
Varmazsa yolum şeyhime, sarmazsa merhem yâreme,
Olmazsa çâre derdime ah hayretâ vah hayretâ”.
Yanar Niyâzî derd ile hiç kimse yok hâlin bile,
Nâlân olup girdi yola âh rıhletâ vâh rıhletâ



Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî‐haber,
Asker‐i a’zâya lerze düştü Sultan bî‐haber.
Günde bir taşı binâ‐yı ömrümün düştü yere,
Can yatur gâfil binâsı oldu virân bî‐haber.
Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk‐i tenin,
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lokmân bî‐haber.
Bir ticaret kılmadın ben nakd‐i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş cümle karbân bî‐haber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb,
Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bî‐haber.
Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var,
Yolum alırsa n’ola ger div vu şeytân bî‐haber.
Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç u tok,
Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bî‐haber.



Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır
Devrân olalı devrân Erbâb‐ı safânındır.
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır.

Ey dil sen o dildâre layık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sadık mı değilsin ya
Özr‐ü Azrâ’nın Vamık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır.


Ruh – tecelli‐i cemal‐i ilahi
Zülf – tecelli‐i celal‐i ilahi
Ebru – makam‐ı kurb ile talibin maksadı
Çeşm – murakabat‐ı ilahiyeye nazar
Müjgan – varid‐i kahr
Gamze – istiğna, serzeniş
Piri mugan ‐ mürşidi kâmil,
Şarap – aşk ve muhabbet
Meyhane – aşkın pazarı, aşkın pazarında, aşkı best ve neşr eylemek
Büt – seyr ü sülukun müntehası olan, yüce matlub, yüce maksad
Zünnar – hizmeti akd ü iltizam etmek
Deyr – halveti talep etmek
Zühd – masivaya muhabbeti terk etmek
Gül – şahed‐ ı hakiki
Bülbül – âşık
Gülistan – müşahede mahalli
Sireşk – asar‐ı hüzn
Nefs – ehl‐i imanın sebeb‐i cavidanisi olan ruh‐i kudsiyan
Bazu – salikin, ilahi cezbelerden kuvvet bulması
Dest – vahdaniyetin asarından tecelli eden tasarrufat‐ı ulviye
Kalem – kaza ve kaderin cereyan ahkâmı
Reftar – rıf’at ve ulvi mertebeler
Destar –asar‐ı sun’ı ilahiye
Cevgan – kaza ve kader
Kuy – teslim ve inkıyad
Harabat – tevhid –i mahz, beşer‐i özelliklerden kurtuluş

Nihat Keklik - el Futuhat el Mekkiyye

Nihat Keklik - el Futuhat el Mekkiyye



https://yadi.sk/d/QdBQDHTwqCEBP



Düşünce Tarihi yönünden İbn'ül-arabi'nin önemli şahsiyetlerden olduğunu doğrulayan
hususlardan biri de, -çoğunlukla Batı dünyasında- onun hakkında yapılan ilmi
araştırmalardır. Bunların önderliği de, ispanyalı oriantalist Miguel Asin Palasios'a
füdtir. Onun, 1899 yılından başlayarak uyandırdığı ilgi, T.H. Weir, M. Horten, N.S.
Nyberg ve R.A. Nichoison gibi ünlü bilginlerin ve bu arada Bursalı M. Tahir, İsmail
Fenni ve M. Ali Ayni gibi seçkin Türk alimlerinin, İbn'ül-arabi'ye eğilmelerine
yol açmış görünmektedir. Bu ilk araştırıcıları izleyerek, onun hakkında eser verenlerin
sayısı günümüze kadar devam etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bahis konusu incelemeler
daha uzun bir geleceğe kadar devam edecektir. İşte bu sahadaki çalışmaların
tarihi seyrini kısaca gözden geçirecek olursak, üzerine eğildiğimiz bu meselenin
öneminden pek haberdar olmayanlara genel bir fikir vermiş olabiliriz.



nihad sami banarlı

nihad sami banarlı


https://yadi.sk/d/8tLke9qmqCDxV


Bu kitap, Türk Edebiyatı Tarihi'nin, Türk
aydınlarınca bilinmesi gereken macerasını; bütün
çağlan, vatanları, büyük isimleri ve eserleriyle;
bir bütün halinde hikaye etmek ihti􀅫
yacıyle yazıldı.
Eserin 1948 de yapılan, daha muhtasar,
ilk baskısının en kısa zamanda tükenmesi ve
ısrarla aranılır hale gelmesi, müellifine, daha
büyük ve da.ha ihtiyaç karşılayıcı nüshayı hazırlama
cesareti vermiştir.
Ki ta hın ilk baskısını hazırlamak için 18 sene
çalışılmıştı. Kitap, bu baskıdan sonra, 22 sene
daha çalışılarak 40 yılı aşan bir zaman içinde
bütünlenmiştir.

Yeryüzünde büyük sanat ve edebiyat hareketleri
yaratmış milletler içinde edebiyat tarihi'nin
tedkiki, geniş zaman isteyen ve zor
olan, Türk Edebiyatı Tarlhi'dir: Ufak bir dikkatle,
görülür ki birçok milletlerin edebiyatları,
umıimiyetle tek bir vatanda ve son be& altı asır
içinde meydana gelmiştir. Eski edebiyatlardan
Yunan. Latin. Arap ve İran edebiyatları da
ekseriya aynı vatanlarda eser vermiş, yahut
büyük edebi faaliyetleri belirli bir zaman içinde
yaşayıp son bulmuş edebiyatlardır.

Resimli Türk Edebiyatı Tarihi'nin bu ikinci
yazılışında, ciddi ilmin zaruri üade şekli olan
bir ilim dili kullanılmış olmakla beraber,
okuyucu, bu lisanda bir musahabe çeşnişi de
bulacaktır. Bunun sebebi, Resimli Türk Edebiyatı
Tarihi'nin, sırası gelince bakılmak ıçın;
bilgi aramak ve bunlann delillerini, isbatlannı
görmek için başvurulacak bir kitap olmaya çalışması
kadar da okunmak i􀁢in yazılmış olmasıdır.
Bu sebeple kitap, elinden geldiği kadar somurtkan
olmamayı lüzumlu görmüştür.



Burada derin bir ütiharla üade edilmelidir
ki bu kitapta tutulan metod ve sabırlı araştırmalarla
elde edilen nice bilgiler, müellifinin,
kendisinden derin bir F..debiyat Tarihi zevki ve
kültürü tevarüs ettiği, aziz hocası Fuad Köprülü'den
alınmış feyizle bir araya getirilmiştir.
Çünkü Türkiye'de, Türk Edebiyatı Tarihçiliği'nin
ilk ve gerçek kurucusu Fuad Köpriilü'dür.
"Türkiye'de Türkoloji araştırmalarının
yorulmak bilmez kurucusu" sıfatıyle dünyaca
tanınmış Köprülü'nün aziz milletine bir Türk
Edebiyatı Tarihçiliği kazandırmak içiu ne değer
biçilmez bir gayret sarfettiğiııi, okuyucular,
bu eserin Fuad Köprülü bölümünde ve diğer
bölümlerinin birçok yerlerinde övünçle göreceklerdir.

Kitabımı, ittifakla alınmış kararlarıyle
değerlendiren her iki komisyon azasına ve ni(;
e yıllardan beri onun neşrini sayısız mektuplarıyle
isteyen ve sabırla bekleyen aziz okuyucularıma.
burada, en derin teşekkürlerimi arzediyorum.

Nihad Sami Banarlı



M.A.Ağaoğulları

M.A.Ağaoğulları


https://yadi.sk/d/L570U12fqCC6r


Bu diziye ait diğer kitaplarda* olduğu gibi, burada da, siyasal düşünceleri bütünlükleri içinde kavrayabilmek amacıyla, onlann içinde doğup geliştikleri toplumun sosyoekonomik ve siyasal özelliklerini ortaya koymaya çalıştım. Ayrıca dizinin ilk cildini oluşturan bu kitapta, düşünürlerin felsefelerine daha ağırlıklı bir yer vermeyi yeğledim. Bunun nedeni, Eski Yunan siyasal düşüncesinin felsefeden soyutlanamaz oluşudur. Yunanlılar, felsefeyi yaratmışlar ve buradan hareketle soyut-kurgusal düşünüşü (siyaset de dahil olmak üzere) insanın bütün ilgi alanlarında uygulamışlardır. Öyle ki her Yunanlı düşünür, siyaset, dolayısıyla iktidar üzerindeki düşüncelerini felsefi bir söylem içine oturtmuş, hatta siyaseti ’’bilimler bilimi" olan felsefenin inceleme konulanndan biri olarak görmüştür.


Hepsi de İmge Kitabevi Yayınlan tarafından yayımlanmış olan bu kitaplar sırasıyla şunlardır:
1- M. A. Ağaoğullan-L. Köker, İmparatorluktan Tanrı Devletine
2- M. A. Ağaoğullan-L. Köker, Tanrı Devletinden Kral-Devlete
3- M. A. Ağaoğullan-L. Köker, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı




Yüzyıllardır çeşitli dillerde çok az farklı biçimler alarak kullamlagelmiş olan politika sözcüğü, Yunanca bir sözcük olan polis'ten türemiştir. Birçok araştırmacı ve bilim adamı tarafından "kent devleti" olarak adlandırılan polis, Yunan yarımadasını, Anadolu'nun batı kıyılarını, Ege adalarını ve Güney İtalya ile Sicilya'yı kapsayan Eski Yunan dünyasının en parlak döneminin toplumsal ve siyasal örgütleniş biçimi olmuştur.


Polis, tarihte görülen diğer kent devletlerinden, sosyoekonomik ve siyasal yapısı ve buna bağımlı olarak bağrında oluşan düşünce sistemleriyle de ayrılır. Örneğin, Halil Berktay'ın belirttiği gibi "daha önce Suriye ve Fenike'nin elverişli doğal limanları üzerinde kurulan kıyı şehirlerinde [kent devletlerinde] ticaret ve bir tüccar sınıfı hatın sayılır bir gelişme göstermiş, ancak aristokratik krallığı devirerek Mısır ve Mezopotamya tipi toplumsal yapıdan ve bu yapıya özgü düşünce biçimlerinden tamamen kopmayı başaramamıştı."1 Oysa polis, genelde bu kopuşu gerçekleştirmekle kalmamış, bir benzeri yüzyıllar sonra modern devletlerde belirecek olan demokrasiye de beşiklik yapmıştır. Üstelik Yunan dünyasının bu küçük devletlerinin, çeşitli siyasal toplum modellerinden çok daha kapsayıcı bir nitelik göstererek Yunan insanının davranış ve düşünce kalıplarını belirlediğibelirlediği, siyasal yaşamı koşullandırdığı ve siyasal düşünüşe damgasını vurduğu göz önüne alındığında, polis ile kent devleti kavramlarını birbirine karıştırmamak gerektiği ve Eski Yunan için kent devleti yerine polis kavramının kullanılmasının daha yerinde olduğu sonucuna ulaşılır.

necip fazıl kısakürek

necip fazıl kısakürek


https://yadi.sk/d/5Oipw6ecq5c66


Bir kaide koyuyor:
«— Hayat demek iş demektir. İş de cehd demek... Cehd ise boştur. O halde hayat sefalettir.»
(Septisizm) bu... Bu hal Batı tefekkürünün artık intihara hazırlanmasından başka bir şey değildir. 19. Asırda bıçak bilenmektedir. Biraz sonra bıçağı nasıl ciğerlerine sokacaklarını göreceksiniz. Bu gelişin gittiği yer, istikâmet, boşluktur. Bu sürpriz değil, bizim için... Batı tefekkürü, akrebin kıskacı gibi, aradığı hakikatten ziyade kendi ne/sine çevirmektedir bıça^ ğını, iğnesini...
(Şopenhavr), Yunanlı (Piron) ve Hindli (Nirvena) ile çok alâkalıdır.
İslâm tasavvufunu benzettikleri, sade İskenderiye mektebi değil, biraz da (Nirvena)... Buda felsefesi... Ama o ciddi değil, Batı buna «hayır!» diyor.


Ama insanlar, bir açıklık halinde bazı fakültelerine, melekelerine alışa ahşa, onları, sanki tapulu mal-larıymış gibi görürler ve herşey onlara göre olur zannederler. Bir şey onların üstüne çıkınca da, hemen «olamaz!» derler. Onun için, bu olur zannettikleri -mizdeki olmazı, gören, olmaz zannettiklerimizdeki oluru da görür. Elverir ki, kafasını buraya kadar inceltebilmiş olsun...
Neticede iş dönüyor, büyük rejimin büyük zevatı indinde, en büyük keramet, sahte yoldan da benzerini göstermek kolay bir fiil olduğu için, bir yerde toplanıyor.- Setr-i keramet... Yani kerameti kapamak, örtmek... Evet; en büyük keramet budur!..

Necati Cumalı

Necati Cumalı


https://yadi.sk/d/E47Zzfwsq5bS7


GÜLER’İN AŞK SAATLERİ
Bir değişik zamandı
Zamanların içinde
Başucumda bıraktığı
Küçücük, minnacık
Beyaz, yuvarlak, boncuk
Küpecikler içinde
Işıklar, gölgeler vardı
Güler’in aşk saatleri
Belki de o dünyalarda kaldı...
Belki de uçup gitti
Odadan çekilen güneşlerle
Bomboş bir kıyıya indi
Gün doğar, gece iner
O öpüşler, okşamalar
Oralarda çocukların bulduğu
Ak-pak deniz taşları şimdi...



ÖLDÜRMEYECEKSİN

“Asla öldürmeyeceksin"
Tevrat, Göç 20

“Senden önce inenlere, s a n a inen kitaba d a in a nırlar...
Onlar Tanrının gösterdiği doğru yoldadır,
on lar kurtulurlar... ”
K u r ’an, B ak a r a Suresi


Dinlerin buyruğuydu
Öldürmeyeceksin
Tapınaklarda çaktılar çarmıhları
Elleri kanlı camilerden çıktılar
Kalem kırdılar yargı yerlerinde
Peygamberlerini dinlemediler
Kudurgan dalgalar
Tekneleri yutar denizlerde
Çöllerden esen yeller
Ekinleri kurutur
Bil ki umut yeşildedir
Yenilmeyen yeşilde

Benim küçük serçem
Kanaryam bülbülüm
Kuru dal çalı diken
Konmuş ötersin
Öt sen, öt, kardeş sesin
Sulara rüzgârlara karışsın
Zalim ürksün sağır işitsin
Öldürmeyeceksin!



nazım hikmet


nazım hikmet



https://yadi.sk/d/EBfOVMjTq5b6m


DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan‘içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapılan, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine, ••
bu hasret bizim...
(Kuvâyi Milliye'den)



Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Haram sevaboldu, sevap haramdır.
Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemir,
çekin ki körükleri
ateşe girdi demir.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,
kendi kendilerin reddü inkâr edile
ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin.
Duyuldu uykusundan uyandığı
zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Medet yoktur, bakma geri.
Kantarma zapteylemez oldu beygiri.
Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?
Kan sızar, şâk olmuş, dudağı yok mu?
Gider, böyle gider, dahi gider
bu âteş yolların durağı yok mu?
Bu yol arda biten yoldur.
"Türabolmak ne müşküldür..."
Çekin ki körükleri
ocağa girdi demir.
Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına.
Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir.
Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.



Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı,
kütüklerde salkımların,
salkımlarda tanelerin,
tanelerde aydınlığın.
Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde
■ her birinde ayrı ışık
pencerelerin tekrarı.
Yağan bütün yağmurların tekrarı,
toprağa, ağaca, denize,
elime, yüzüme, gözüme
ve camda ezilen damlalar.
Günlerimin tekrarı, -
birbirine benzeyen,
benzemeyen günlerimin.
Örülen örgüdeki tekrar,
yıldızlı gökyüzündeki tekrar,
ve bütün dillerde "seviyorum"un tekrarı,
ve yapraklarda ağacın tekrarı,
ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten
yaşamanın.

Naima Tarihi

Naima Tarihi


https://yadi.sk/d/3ONYA6qHq5KGD


Naîmâ’nm kaynakları arasında Kazasker İsmeti Efendinin telif ettiği (Tevârîh Devlet-i Aliye) nin bulunmuş olması da muhtemeldir. Naîmâ, İsmeti Efendinin böyle bir eser yazmağa başlayarak, hayli ilerlediğini ve Ebünnecib risalesinin, Yavuz Sultan Seim’e intikali bahsini bu târihten aldığını söyler. (Naîmâ, Feyzullah Efendi vak’ası).
Bütün bunlardan sonra şu hususu da kaydetmek icabe- der ki Naîmâ yazdığı târihe, başka eserlerden sadece nakil- er yapmakla kalmamış, meselâ Peçevî ile Haşan Bey-zâdenin, Kâtip Çelebi ile Şârih el-menâr-zâde’nm, Maan oğlu, Vecihi ve Mehmed Halife’nin rivâyetlerini de karşılaştırmıştır.
Naîmâ, eserinin mukaddeme kısmım İbn Haldun, Âli ve Kâtip Çelebi gibi müelliflerin muhtelif kitaplarından hülâsa ve nakil suretiyle hazırlamıştır. Bu bakımdan fazla bir hususiyet arzetmez. Biz de bu kısımları, yalnız meâlen ve ihtisar etmek suretiyle naklettikten sonra, asıl metin kısmına geçeceğiz


Naîmâ târihi Türkiye’de dört defa tabedilmiştir. Birinci tab’ı, iki büyük cilt olarak 1147 senesinde, 500 nüsha olarak, İbrahim Müteferrika tarafından yapılmıştır. Birinci cildin başına Müteferrika’nm ilâve ettiği başlangıç, sonraki tab’la- rında da tekrar edilmiştir. İkinci tab’ın (yalnız birinci cilt) basıldığı târih 1259 dur. Üçüncü tab’ı (İstanbul - Matbaa-i Âmire 1280), sayfaları çerçeveli olarak altı cilttir. Dördüncü tab’ı (İstanbul, Matbaa-i Âmire 1281-1283) dir. Ve altı cilttir.
Benim elimde olan altı ciltlik Naîmâ târihinin altıncı cildinin sonunda (Maliye Nazırı Mustafa Fazıl paşanın .himmetiyle altı ciltlik târihin Matbaa-i Âmirede 1280 yılında tabe- dildiği) tazılıdır.


Naîmâ târihinin, doğrudan doğruya Naîmâ tarafından yazılmamış olması, bu mühim eserin ve bilhassa Naîmâ’nm kıymetini küçültmez. Bilâkis Naîmâ, Şârih el - menar-zâde ve Maan oğlu gibi müelliflerin yazdıkları eserlerin hâlen mevcut olmayışı dolayısiyle bu eserleri bize tanıtması ve nakletmesi bakımından büyük bir kıymeti hâizdir.
Naîmâ bilhassa ilm-ü nücuma düşkündür ve bunda vukuf sahibidir. Târihinde kaydettiği vak’alann ekserisini, yıldızları tetkik ederek neticelere bağlamağa meraklıdır. Aynı zamanda Naîmâ şiirle de meşgul olmuştur. Tezkerelerde bir kaç manzum parçaları vardır. Sâlim, onun bir beyti ile bir kıtasını, Safâî de tamamlanmamış olan iki gazelini almıştır.


Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki, irâdesi, din ve devlet-i îslâmiyenin devam ve bekası cihetine taallûk etmiştir. Bunun bâriz (açık) delüi şudur ki, mülk ve memleketi ve İçtimaî heyeti kemiren bir hastalık başlayınca ol hâkim-i mutlak (Cenab-ı Hak) nice faydalı tedbirlerle bu fesadı ortadan kaldırır. Ve salâvat-ı şerife Resûl-ü Ekrem Muhammed Mustafa (S.A.) nın ruh-u münevverlerine olsun ki getirdiği sağlam şeriat ile kıyamete kadar hudutların muhafazası ve devlet işlerinin görülmesi, onun sünnet-i seniyyesine ittiba etmekle mümkün olur ve bütün ümmete saadetin başlangıcı olur. Bu cihetle bî’seti, âlemlere rahmettir.



murathan mungan

murathan mungan


https://yadi.sk/d/qMBCCl8_q5JgP


İçeriği her ne kadar kötü bir şeyi çağrıştırsa da Türkçenin tanımlama
değeri yüksek, güzel uydurulmuş sözcüklerinden biridir "Darkafal
ılık" . Gündelik yaşamda, çevremizde örneğine sık rastlanması
nedeniyle yoğun kullanım değerine sahip olması da cabası . . .



Edmund Rostand, tarihe mal olmuş ünlü oyunu Cyrano de Bergerac'ta,
"Her şey olayım derken, hiçbir şey olamadı," der.
Türkiye'de kaç kişinin alnında yazan cümledir bu.
Kendi zamanındaki örneklerine bakarak bunun nemene bir
tehlike olduğunu fark etmiş olacak ki Halid Ziya Uşaklıgil ömrünün
ilk kırk yılını anlattığı beş ciltlik Kırk Yıl (Matbaacılık ve Neşriyat,
19 36) kitabında, birilerinden söz ederken, " .. . birçok şeyler
olmak isteyince hiçbir şey olamıyanların akibetine düşmek mukarrerdir,"
der (s. 1 39).



Tanpınar'ın yalnızlığının boyutlarını anlamak için, zamanında
kendisiyle yapılan ropörtajlarda ona sorulan sorulara, o soruların
düzeyine ve onun verdiği yanıtlara bakın. Böyle bir sanatçı için en
büyük yalnızlık, aynı çağı paylaştığın insanlarla arandaki uçurum
olsa gerek.


"Stolpersteine" sözcüğü Almancada "tökezleme taşları" anlamına
geliyor. Kaldırım yüksekliğinden biraz daha alçak olan bu metal
levhacıklar yürürken çok hafif tökezlemenizi ve başınızı eğip Yahudi
soykırımına kurban giden insanların isimlerini ve anılarını
okumanızı sağlamak için yerleştirilmiş bazı yollara ... B aşta Beri in
olmak üzere Almanya'nın pek çok kentinde bu tökezleme taşlarından
var.
Bu hesaba göre, bizim ne zamandır başımızı yerden kaldırmamamız
gerekiyor, değil mi?


Yazarlık aynı zamanda etik bir konu, başlı başına etik bir sorundur.
Üstelik yazarlığın günümüzde en çok anlam ve içerik kaybına uğradığı
yerdir burası. Sahicilik, hakikilik kaygısı taşımayanların
etik sorunları olmaz. Sanatın yalanlarıyla hayatın yalanlarını karıştırdıkları
için, iki yalanın bir doğru etmediğini göremezler.

10 Mart 2016 Perşembe

murat belge

murat belge


https://yadi.sk/d/6Ez-2a1Aq4Fym 


Bir toplumun yaşadığı tarih, dilinde yansır. Bu onun gerçek
tarihidir. Ve tarih elbette, Hüseyin Cahit'in de söylediği gibi,
raslantılardan oluşmaz. Bu tarih, belirli bir anda, bazı bireylerin
ya da isterseniz bütün toplumun hoşuna gitmeyebilir. Ama
o tarihten hoşlanılmaması, o tarihi yaşanılmamış hale getiremez.
O tarih, bir yandan yaşayanlar üzerinde etkilerini sürdürmeye
de devam eder. Beğenilmeyen bir tarih, dilin değişmesiyle
de silinemez ve değiştirilemez. Hüseyin Cahit'in yukarıdaki paragrafta
söyledikleri arasında en önemli kısım bu. Yabancı dillerden
kelime almanın kaçınılmazlığı ve ayrıca bu durumun bir
dilin karakterini bozmayacağı da doğru. Gerçi Osmanlıca'da
yabancı kelime o kadar boldu ki, bunun verdiği sıkıntının bir
haklılığı vardı; ama Hüseyin Cahit " zorlama olmayan" süreçlerle
bu yabancı kelimelerden kurtulmaya karşı değil zaten.
Türkçe'nin gelişmesini sadece "doğal" diye nitelediği sürece bırakmayı
önermiyor: Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak,
kaza ve kaderin hükmünü bekleyerek dil işleriyle
alakadar olmayalım, demek istemiyorum. Israr ettiğim
nokta dil bahsinde her şeyin bizim, irademize tabi olmadığını,
tabii kuvvetler karşısında beşeri mücadele için bir had bulunduğunu
unutmamak lüzumudur. Yoksa, daimi olan tekamül
ameliyesinin umumi seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak
surette bazı arniller vücuda getirebilmek imkanı teslim
olunabilir.

Muhyiddin ibn arabi

Muhyiddin ibn arabi


https://yadi.sk/d/5JEe8zyrq4FoW


Verde ve sularda yapyanlar bir arada saytisa,
havadakilerin ancak onda biri
Verde, sularda, havada bu)unan varliklar bir arada
sayilsa, birinci kat gate ya§ayan meteklerin ancak
onda birini teskil eder.
Verde, sularda, havada ve birinci kat gokte yaratilmistar
toplansa; ikinci kat gOkte oianlarin onda birini
tutabilir. Bu ktyas yedinci kat go§e kadar aynt
s,ekilde devam eder.



muharrem ergin

muharrem ergin


https://yadi.sk/d/7-y4lfwDq4Fbh



Bu ba{Jçadan alçalan dererdik',
Gış adına çıbup damda sererdik',
Hey de çıbup yalannan çöndererdik',
Gış zumarın yayda yiyüp doyardı{},
Bir külli de minnet belge goyardıb.


Şimdi bizi yeni gelip buluyorsun,
Gönlümüze korlar koyup yakıyorsun,
Hasret ile geçenlere bakıyorsun,
Görüyorsun ki sular akıp gidiyormuş,
Doğan ihtiyarlayıp ölüp yitiyormuş.


Selam eyler bütün elimiz sana,
Bahçemiz, bağımız, gülümüz sana,
Uzun müddet susan dilimiz sana,
Söyle bakalım, söyleyecek daha neyin var,
Yazık ki sen geç dil açtın Şehriyar.




Eskiden geniş zaman menfisi Türkçede hep -maz, -mez ile yapılırdı.
Osmanlıcanın sonlarında birinci şahıslarda -maz, -mez 'in yerini -ma, -me
almıştır. Azeri Türkçesinde ise son zamanlara kadar birinci şahıslarda da
-nıaz, -mez yerini muhafaza etmiştir. Bugün de yine bu -maz, -mez şekilleri
devam etmektedir. Ancak bugün işte -r 'li şekiller de ortaya çıkmıştır. Bu
-r 'li şekiller yine yalnız birinci şahıslarda görülür. Ayrıca birinci şahıslarda
bir de -n 'li şekiller görülür. Böylece bugün Azeri Türkçesinde menfi geniş
zaman çekimi şu şekildedir :
gelmezem, gelmerem, gelmenem
gelmezsen ( -sefı )
gelmez
gelmezik', gelmerik', gelmenik'
gelmezsiniz ( siniz, -süz, -siz )
gelmezler
İkinci şahıslardaki n 'li şekil Tebrize ve edebi dile mahsustur.
Burada görülen bir husus da çokluk birinci şahıs geniş zamana -􀁙, -k
ikinci tipteki şahıs ekinin atlamış olmasıdır. Osmanlı sahasında bazı ağızlarda
da bu görülür. Ancak İstanbul Türkçesinde ek normal olarak birinci
tipten -ız, -iz, -uz, -üz 'dür.

Muhammed İkbal

Muhammed İkbal



https://yadi.sk/d/K6vBJOWcq4FLd 



• Benim ışıklarım henüz denize aksedip raksa başlamamıştır.
Dağ benim kınamın renginden nasip almamıştır.
• Hal ve mazinin gözü henüz beni görmeye alışmamıştır. Görünürüm
korkusuyla vücutları tir tir titretirim.
• Şarktan benim sabahım doğdu ve geceyi mahvetti. Alemin
gülü üzerine yeni bir şebnem kondu.
• Şimdi sabah erken kalkanları bekliyorum. Benim ateşimin
Zerdüştîleri ne güzeldir!
• Bir nağmeyim. Mızrapla alâkam yok. Ben yarının şairinin terennümüyüm.
• Benim asrım, sırları bilen bir asır değildir. Benim Yusuf um,
bu pazar için değildir.
• Eski dostlardan ümidim yok. Benim Tur’um, Kelîm (Musa)
geliyor, diye yanıyor.

• Biz ki millet kalesinin kapıcısıyız. Millî şiirimizi terk ettiğimiz
için kâfiriz.
• Eski sâkînin kadehi kırıldı. Hicazlı rindlerin meclisi dağıldı.
• Kâbe, bizim putlarımızla süslü; küfür, bizim Müslümanlığımıza
kahkahalarla gülüyor.
• Şeyh putların aşkı uğrunda İslâm’ı feda etti. Zünnardan teşbihine
ip yaptı.
• Pirlere, saçları ağardığı için pir dendi. Köy çocuklarının maskarası
oldular.
• Gönülleri (Lâ ilâhe) yazısına yabancı; orası heves putlarıyla
dolu bir puthane haline gelmiş.
• Her saçını uzatan bir mutasavvıf hırkası giymiş. Ah, bu din satan
tüccarlardan illâllah.


• Tek var olan Hakk’a inanıp ona bağlanan insan, boynunu
her mabudun esaretinden kurtarmıştır.
• Mümin aşktan, aşk ise müminden zuhur eder. Bizim imkânsız
gördüğümüz şeyleri aşk mümkün hale kor.
• Akıl, belâgetle konuşan bir hatiptir. Aşk, ondan daha beliğ,
daha temiz, daha çâlâk, daha pervasızdır.
• Akıl, sebepler ve illetler içerisinde sıkışıp kalmıştır. Aşk, amel
meydanında çevgân oynatır.
• Aşk, avını bazusunun kuvveti ile elde eder. Akıl hilekârdır;
tuzak kurar.
• Aklın sermayesi korku ve şüphedir. Aşktan azim ve yakin asla
ayrılmaz.
• O, viran etmek için bina eder. Bu, imar etmek için viran eder.

Muhammad Hamidullah - İslâm Peygamberi

Muhammad Hamidullah - İslâm Peygamberi


https://yadi.sk/d/HoQL1HG9q4F4N 


Bu yeni yayında çok sayıda ıslah edilmiş kısımlar ile birçok ilave
sahifeler bulacaksınız. İrfan Yayınevi sahibi Mustafa Pektut'a olduğu kadar,
bu kitabımın tercüme işini gerçekleştiren Dr. Salih Tuğ'a teşekkürler
borçluyum: Kendisi birçok işleri arasında ve özellikle sağlık durumunu
hiçe sayarak İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İslam Araştırmaları
Enstitüsüne intisab ettiği yıllardan itibaren bu kitabımın türkçeye
kazandırılmasında büyük gayret göstermiştir; emeği geçen cümle dostlardan
Allah razı olsun!
Pek aziz saydığım Türkiye'ye ve Türk milletine karşı pek az kimse
tarafından bilinen özel bir hissiyatım vardır: İlk defa Türkiye'ye 1932 yılında
geldim. Mekke, Medine, Beyrut, Şam ve Kahire kütüphanelerinde
ilmi çalışmalarımı tamamlamamı müteakip, Almanya'nın Bonn şehrine
ve oradan da Sorbonne Üniversitesine (Paris) gitmek maksadıyla yol üzerinde
İstanbul'a uğramıştım. Daha önce Medine-i Münevvere' de iken içinde
çalıştığım Şeyhülislam Arif Hikmet Bey Kütüphanesi, Türklerin kitaba
karşı duydukları büyük tutku ve zevk hakkında bende büyük bir
tesir husiile getirmiştir. İstanbul ise sahip olduğu kütüphane 'zenginlikleri
ve ilmi muhitlerde tanıyabildiğim faziletli alimlerinin yüksek seviyeleri
ile gönlümü son derece heyecanlandırmıştır. Burada tanidığım kimseler
arasında üstad Şeraf ettin Yaltkaya, İsmail Saib Sen cer, Profesör Helmut Ritter, Osman Rescher ve diğerleri de1bulunmaktaydı. Bu kısa zaman
aralığı içinde de olsa bir miktar Türk Milletini tanıma ve içine karışma
fırsatını da bulabilmiştim. Bu arada asla unutamayacağım bir olaydan
da bahsetmeliyim. Bir yabancı ziyaretçi olmam dolayısiyfo İstanbul
Emniyet Müdürlüğüne gidip ikamet müsaadesi almam gerekiyordu. Kayıt
işlemi sırasında bir miktar "damga pulu" kullanmam Hizım gelmekteydi
ki yanımda ne pulum vardı ve ne de bu resmi pulun nerede satıldığını
biliyordum. İşlemi yapan emniyet amiri benden pul parasını aldı ve kendi
hademesini pulu dışardan satın almak üzere gönderdi. Polis amirinin
çalışma odasında yalnız kaldığımızda iyi-kötü bir miktar türkçe de bildiğimi
görmesi üzerine bana iyi muamele ve yakınlık göstererek içindeki
merak duygularını açığa vurdu. Bana önce şunu sordu: "-Biz Türkler
hakkında düşünceleriniz nelerdir? " (muhtemelen kendisi, benim anavatanımdaki
müslümanların Türkiye'de o sırada gerçekleştirilen inkılaplar
hakkında neler düşündüklerini öğrenmek.istiyordu). Sahip olduğum telaffuz
bakımından zayıf türkçemle: "-Burada herkes çok merhametlidir"(*)
şeklinde bir cevap verdim. Emniyet amiri kulaklarına inanamayarak:
"-Merhametsiz mi?" diye şaşkınlıkla tekrar sordu. Ben ise "-Hayır,
hayır! Çok merhametli, herkes, her yerde çok merhametlidir" diye sözüme açıklık getirmeye çalıştım. Bu beklemediği ani açıklamamdan rahatlayan
emniyet amiri nezaket içinde bana şu sitemde bulundu:
"-Müslüman değil miyiz? (Tabiidir ki böyle davranacağız)". İstanbul Kütüphanelerinde
pek faydalı sonuçlar veren üç aylık bir çalışma programımı
tamamalayarak Bonn'a gitmek üzere trene binip yola çıktım. İstanbul'daki
bu çalışma günlerim özellikle Beyazıt Umumi Kütüphanesi
(şimdiki "Beyazıt Devlet Kütüphanesi") ile henüz o sırada içinde Cuma
namazları kılınan Ayasofya Camii içindeki Ayasofya Kütüphanesinden
istifade ile geçmiştir; şimdiki Süleymaniye Kütüphanesi o günlerde henüz
açılmamıştı; bütün bu muhitlerde ben çalışkan ve mukteqir Türk
ilim adamlarını tanıma fırsatını bulabilmiştim . .
O gifolerden sonra uzun yıllar geçti, İkinci Cihan Harbi yaşandı ve
fakat ben Türkiye'yi unutamıyordum; bu kardeş ülke benim ikinci ilim
yurdum olmuştu. Çeşitli ülkelerdeki ilmi dergilerde zaman zaman makaleler
yayınlıyordum; okuyucularıma bu çalışmalarım ve savunduğum
düşüncelerim hakkında bir fikir vermek üzere bunlardan bazılarının makale
başlıklarını vermek isterim:

- 1935'de Jaschke'nin almanca olarak yazdığı: "İlk Dünya Harbinden
Sonra Türkiye'nin Durumu" adlı makalenin urduca'ya
tercümesi; haftalık ve urduca yayınlanan Nizam Gazette
- 1935'de İngilizce olarak te'lif ettiğim: "Doğu ve Batı'daki Şarkıyat
Kütüphaneleri" adlı makale metni; Sekizinci Hind Şarkiyat
Kongresi Zabıtları, Mysore (özellikle bu yazıda İstanbul Kütüphaneleri
tanıtılmaktadır).
- 1938'de türkçe bir makalenin urduca'ya çevirisi: "Zafiyet'e mübtela
hastaların tedavisi için Türklerin Kurduğu Müesseseler' ',
Hamdard-e-Sıhhat, dergisi, Delhi.
- 194l'de urduca bir te'lif makale: "Türkler ve Türk Dili", Mecelle-i
Taylasaniyyin, Haydarabad
- 1 945 'de urduca bir te'lif makale: "Türkçe kaynak eserlere göre
Deccan (Güney-doğu Hindistan)", Deccan T arih Kongresi Zabıtları,
Haydarabad.
- 1945 'de İngilizce te'lif bir makale: "Malazgird Meydan Savaşının
Harita-Krokisi", Islamic Culture dergisi, Haydarabad.
ve sonraları yayınlanan daha birçok makale ...
1948 yılından itibaren kader benim siyasi birtakım sebepler yüzün den
Paris'e kesin yerleşip kalmama sebep olmuştur. 1951 senesinde ise
İstanbul'da toplanan "Milletlerarası Orientalistler Kongresi"ne katılma
imkanını buldum. Bu kongrenin Genel Sekreterliği'ni (Başkanlığını) Prof.
Dr. Zeki Velidi Togan yapmaktaydı ve ben bu kongre hakkında urduca
tanıtıcı bir makale hazırlayıp yayınladım: Ma'arif dergisi, Mart sayısı,
1 952, Azamgarh (Hindistan). .
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde kurulup ilmi faaliyetlerine
başlayan "İslam Araştırmaları Enstitüsü"nde 1952'den itibaren
sözleşmeli misafir hoca sıfatıyla dersler vermeye başladım. Aynı Üniversitedeki
Hukukfakültesinin bir öğrencisi iken bu derslerimi takib etmeye
başlayan Salih Tuğ Bey'i o sıralarda tanıma fırsatını elde ettim.
İstanbul Üniversitesinin bir sözleşmeli "misafir öğretim üyesi" sıfatıyla
gerçekleştirdiğim bu öğretim faaliyetlerim ve ilmi araştırmalarım,
sadece bir yarı yıllık devreler halinde Türkiye'de tam 25 sene kesintisiz
sürdü gitti! Bazı yıllar aynı yarı yıl içinde Ankara Üniversitesi, İlahiyat
Fakültesinde de ayrı dersler verdim. Daha sonraları bu şekil derslerimi
Erzurum Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesinde de sürdürdüm.


Montesquieu

Montesquieu


https://yadi.sk/d/hrlX2FACq4EqR


Eserin başansı çok büyük oldu; çıkan baskılar sür'atle
kapışılayor, bitiyordu. Artık Montesquieu zamanın büyük
şöhreti olmuttu; salonlann, ilim, san'at ve felsefe m􀇩lislerinin
aranan ve fısıldanan simasıydı. Bu iki ciltlik eseri, Akir
ve slyüet ileminde derin bir sarsınh yapmııh. Voltaire:
•Acaba·, diyordu, "Dünyada lran Mektuplan'ndan daha
kuvvetli teY var mıdır? Acaba, hükümeti ve dini daha çok
önemle ele alan daha mükemmel bir eser yazılmıı mıdır?";
beri tarafta J. J. Rousseau ise: "Size muhte,em bir eser
tavsiye edeceğim: İran Mektuplan ! " diyordu. Villemaln,
1825 tarihinde Fransız edebiyatı dersl􀇪rinde, eser hakkındaki
duygulannı. töyle özetler: "Monteaquieu, bu eserinde
Bru􀇫re 'in us<alünü kullanmaktadır; şahıslara canlı, ipeli
çizgilerle yaklaşmakta, onlara bu vasıtalarla hayatiyet vermektevermekte;
alaylı, müfrit ve verimli bir aklın geniş sahalannda
dolqmaktadır. O da Pascal gibi hemen daima asabi ve ceıOrane
cümlelerle konutmakta ve vaktiyle Pascal'ı titretip
korkutmut fazla hiasi hayallerle etrafı görmektedir. Eserin
lezzet ve ihtifAmı büyüktür. Yqanılan devrin siyi.seti ve
felseR görilfü pek derin bir kudretle tahlil edilmektedir; bu
çefit yazılar iıe, Fransa için pek yenidir. Hele, XIV. Lo­
uiı'in ölümünden altı sene sonra yayınlanan eserin, saltanat
tarafından ıindirilmit. yoluul bırakılmıt Fransa'da gördüğü
azametli rağbet ve mazhariyetin mani.aı kolayca anlatı·
lır. Her ,ey eserde mevcuttur: inanılmaz ıeyler, iğneleyen
hakikatler, ltikadlar, kader ve ma&Aret; Parisln muhte,em
aalonlan ve Avrupa siyaseti... hepsi ... evet hepsi ...

Monograf (Edebiyat ve Eleştiri Dergisi)

Monograf (Edebiyat ve Eleştiri Dergisi)

https://yadi.sk/d/qQ2JBceVq4EiG



Monograf, aşağıdakilere eklenebilecek diğer sorularla
“edebiyat ve görsellik” ilişkisine ayırdığı ikinci sayısı için özgür
ve özgün fikirlere dayalı metinleri en geç 1 Mayıs 2014 tarihine
kadar info@monografjournal.com adresine bekliyor.
• 20. yüzyılda görsel sanatlarda ortaya çıkan avangart eğilimler
edebiyata hangi biçimlerde yansımıştır?
• Edebiyat eserlerinden uyarlanan dizi ve filmler popüler kültür
çerçevesinde ne şekilde değerlendirilebilir?
• Gazete, dergi, billboard, televizyon vs. gibi alanlarda edebiyatın
bir reklam malzemesi olarak kullanılması kültür endüstrisi
açısından nasıl tartışılabilir?
• Geçmişten günümüze edebî kamunun karikatür dergilerini
dışlayan yaklaşımı hangi bağlamda okunabilir?
• Çizgi romanın, manganın ve grafik romanın kurgu, söylem
ve anlatım teknikleri açısından geleneksel edebiyatlarla ilişkisi
hangi biçimlerde sorunsallaştırılabilir?
• Osmanlı minyatürlerinin hâkim olduğu dönemin edebiyatı
ile Batı resmiyle tanışılan dönemin edebiyatı arasındaki farklar
metnin kurgulanışı açısından yorumlanabilir mi?
• Edebiyatta görsel açıdan mahrem olanın sınırı anlatıcı, anlatı
kişileri ve okur üçgeninde nasıl konumlandırılabilir?
• Beden ve güzellik/çirkinlik kavramları ile edebiyat ve görsel
algı arasındaki ilişki hangi biçimlerde temsil edilmektedir?
• Edebiyat türlerinin sinema üzerindeki etkisi, dil ve anlatım
teknikleri bakımından nasıl çözümlenebilir?
• Fotoğraf kompozisyonu ile edebî kurgu, mimetik bağlamda
ilişkilendirilebilir mi?


"Şiirdeki patron kavramından söz ederken bu kavramın
içeriğine de değinmek gerekmektedir. Şair, nihayetinde padişahın
gücü ekseninde ürününü ortaya koyabilecektir; ancak, şairlere
patronluk edenlerin, kendisine kaside sunulanların ya da işret
meclisleri düzenleyenlerin sadece padişahlar olduğu düşünülmemelidir.
Sözgelimi, yine Fatih Sultan Mehmet devrinde başta
Mahmud Paşa olmak üzere padişahın vezirleri, bilim ve sanatın
hâmisi idi (Kalpaklı, 46). Anlıyoruz ki patronaj, yine padişahın
etkisi altında olmak üzere paşalar yoluyla da sürdürülmekteydi.
Nitekim Haluk İpekten de şairlerin bir araya geldikleri meclisleri
sıralarken padişah sarayının yanı sıra vilayetlerdeki şehzade
saraylarını, bir çevre edinmiş olan devlet büyüklerinin konaklarını
zikreder (229). Hatta şairler de kendi aralarında meclisler
düzenlerlerdi ki Necati’nin evinde düzenlenen şiir meclisleri bu
açıdan önemli bir örnektir. Zira Necati de, kendisinin şairliğini
metheden tezkireci Sehi Beg’e patronluk etmiştir (İnalcık, 48).
Demek oluyor ki mutlak irade elbette padişahındı, ancak onun
iradesinin yansıması daha alt güç kademelerinde tecelli ediyordu."

Mina Urgan

Mina Urgan

https://yadi.sk/d/l-lBIVSUq4CC7





Beowulfun elinde. Grendel'in kesik başıyla suyun yüzüne çıktığı
sırada, Hrothgar ile adamları onu ölmüş sanarak Hereot'a geri
dönmüşlerdir. Ancak kendi adamları umutsuzluk içinde beklemektedirler
onu Danimarkalılar, Beowulfun zaferini duyup
da, Grendel'in ancak dört adamın zorla taşıyabileceği kadar büyük
olan kellesini görünce çok sevinirler ve onları kurtaran adama
candan bir gönül borcu duyarlar. Karşılıklı uzun söylevler
verilir. Hrothgar, Beowulfa sevgisini dile getirir. Kendi ülkesine
dönmeye hazırlanan Beowulf da, gereğinde Danimarka Kralı'na
yardım edebilmek için, her an oraya gelmeye hazır olduğunu
bildirir.


Üç bölümlü, yani on beş perdeli Henry VI, çoğu uzmana göre
Shakespeare'in yazdığı ilk oyundur ve acemiliğin tüm belirtilerini
taşıyan bu oyunun, başka bir yazarla işbirliği yapılarak yazıldığı
sanılır. V. Henry l 422'de, henüz otuz beş yaşındayken öldüğü
sırada, oğlu VI. Henry dokuz aylık bir bebektir ve ülke gene
huzursuzluk içindedir. Yeni kral, büyüdükten sonra da bu
huzursuzluğu giderecek yaradılışta değildir. Çünkü tahtta hiç
mi hiç gözü yoktur. Ingiltere'ye egemen olacağına , dünyadan el
etek çekip bir keşiş gibi Tanrı'ya dua ederek, ıssız bir köşede yaşamayı
özler. Ayrıca erdemli bir insan, neredeyse bir ermiştir.
(Nitekim daha sonraları Katalik Kilisesi'nin resmi azizleri arasına
girecektir.) Böyle bir kralın, ülkeyi ikiye bölüp kardeş kanı
dökülmesine neden olan Güller Savaşı'nı önlemesinin yolu yoktur.
Shakespeare'in acemilik döneminde yazdığı bu oyunun belki
de tek ilginç yanı, henüz Gloucester Dükü olan III. Richard'ın
bu oyunda ilk kez görülmesi ve Londra Kulesi'ne hapsedilen VI.
Henry'yi kendi eliyle öldürmesidir.

milan kundera

milan kundera


https://yadi.sk/d/aVZec7Anq4Bqu



1950 sonrasının Doğu Avrupa romanını ilkin "sosyalist gerçekçi"
eserlerden tanımıştık. Formüllere göre yazılan bütün edebiyatlar gibi,
belirli bir klişeleşme, standartlaşma, bir "ortalamalık" vardı bu romanlarda.
Anti-Nazi direniş, yeni toplumsal düzenin kuruluşu vb.
ortak değer yargıları, ortak yaklaşım, ortak üslupla anlatılıyordu. Bu
"gerçekçi"liğin, sözkonusu ülkelerdeki "gerçek"liğe pek uymadığı da
seziliyordu.


Daha sonraları, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere, çeşitli "Doğu
Bloku" ülkelerinin "sosyalist" olmayan edebiyatlarıyla da karşılaştık,
tanıştık. Bazıları, Bulgakof gibi, sosyalist olmadıkları gibi "gerçekçi"
de değildi. Bazıları, lvan Denisoviç ve Kanser Koğuşu'nun Soijenitsin'i
gibi, sosyalist değil, ama bir tür ·anti-sosyalist natüralist"ti. Birçoğu,
özellikle başlangıçta, kendi ülkelerinde -epey zorlukla da olsayayımlamışlardı
kitaplarını. Bu kitapların çok popüler olduğunu, kapışıldığını
ve kalmadığını, daha sonraki baskılara da pek hızlı geçilmediğini
öğreniyorduk.

ilk gördüğümüz "sosyalist gerçekçi" romanlara göre, bunlar doğrusu
daha ilginç gibiydiler. ötekilerde sezdiğimiz o güdümlü ve gerçek
dışı ·gerçekçilik" bunlarda yoktu. En azından ·muhalif'tiler ve güzel sanatlarda muhalefet her zaman daha köklü bir estetiğe imkan
hazırlar. Gelgelelim, bu romanlar da bir tuhaftı sanki. Çoğunda,
teknik düzeyde bir yenilik yoktu; veya olan yenilik, birçok üstün
eserde gördüklerimizin oldukça silik ve yavan tekrarlarıydı. Özü anlaşılmadan,
sindirilmeden yapılmış teknik kaprisler! içeriklerine bakıldığında,
birçoğunun, karşıtı oldukları formüllü edebiyat kadar şematik
oldukları da görünüyordu. Şüphesiz, sosyolojik anlamda onlar dan
daha ilginçtiler. Ama ne estetik ne de biraz derin bir içerik düzeyinde
onları aşıyorlardı. Uygulanan sosyalizm ve bunun bireysel
düzeydeki sonuçlarını eleştirmekti ortak paydaları. iç döküyor ve
rahatlıyorlardı sanki. Çıkış noktaları, genel ve ortalama, dolayısıyla
soyut bir "insan"dı. Sosyalist gerçekçiler gibi, muhalifler in çoğu da
sanatsal olarak "ortalamalığı" yenemediler.

Son yılların tanınmış Çek romancısı Milan Kundera, bir iki kategoriden
de farklı görünüyor. Temalarını, konularını oradan seçse de, bir
"Doğu Avrupa· romancısına benzemiyor bir kere. Doğu Avrupa sorunlarını,
bir "dünya· romancısı olarak ele alıyor. Hayatın görünür yüzeyine
dikkati bir hayli keskin, duyusal dokusuna duyarlığı da çok
gelişmiş, ama bunların ötesinde bir bilgelik düzeyinden baktığına,
gördüğüne, anladığına okuru inandırabiliyor. Sanatçı her zaman somut
bir yaşantı dilimini anlatır, ama o somutlukla içiçe, bir soyut bilge
kapısı aralar insana ("bilgi" değil, "bilgelik"). Çoğu Doğu Avrupa
romancısında bulunmayan bu derinlik, Kundera'da var.


Çekoslovakya'nın kültürel birikimi bu bakımdan belki Kundera'ya
yardımcı olmuştur. Doğu ve Batı bloklarının arasında, ikisini de çok
iyi bilen, ikisinden de olamayan bir yazar. Özellikle bu romanda
kitsch üstüne yazdığı sayfalarda görüyoruz bu kavrayış genişliğini.
Kültürler, kültürler içinde oluşmuş duygusallık görenekleri, aynı zamanda
ikiyüzlülük görenekleri, bunların Doğu ve Batıdaki asimetrik
oluşum biçimleri Kundera'nın en fazla hakim olduğu yaşantılar arasında.
Varolmanın Dayamlmaz Hafifliği'ni okurken, bu kitapta ·yazarın
sesi"ni (bu, Kundera'nın kendisi olmayabilir) tanıdığım yazarlar arasında en çok John Berger'in sesine benzettim. Bu benzetmenin bir
nedeni, iki yazarın da genelde tikel arasında bir ilintiyi keşfetme çabalarıydı
belki. Yer yer bir denemeciyi andıran bir tavırla, hayatın bir
noktası üstüne düşünceye dalmaları (ama düşünürkenki "dil"leri, yaşantının
sıcaklığını hep koruyarak) ve ardından anlatılanlara dönerek
o düşünceyi daha somut bir olayın içinde izlemeleri. Görünüşte
çok eski bir yöntemi, romanda anlatılanları anlamlandıran "yazarın
sesi" tekniğini (yeni romanda genellikle terk edilmiş bir teknik) canlandırıyorlar.
Ama daha dikkatli bakınca, klasik romanda belki yalnız
Tolstoy'un başardığı tarzda bir kimlik veriyorlar ·anlatıcının sesi"ne.
Bu ses, bir bakıma, olayların içinde yeraldığı, elle tutulmayan ama
varlığı zorunlu atmosfer gibi oluyor.


ikinci benzer nokta, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde ve Berger'in
G. adını verdiği romanında kullandıkları, çağdaşlaştırılmış "Don
Juan· teması. Ancak, bu evrensel temayı ikisi de çok farklı biçimlerde
işliyorlar. G.'de on dokuzuncu yüzyılın büyük, sarsıcı tarihi olayları
arasında duyusal kaderini izleyen gencin yaşantısında bir büyüklük,
bir "grandeur· var. Bürokratik Doğu Avrupa sosyalizminin
bezgin atmosferi içinde yaşayan öteki Don Juan ise, mitolojide sineğin,
Hera'nın kıskanarak bir inek haline getirdiği lo'y u durmadan
önünde sürmesini andırır bir şekilde, bir kara yazgı gibi koşuyor kadınlarına.

Kundera bu çağın önemli bir yazar ı olmaya aday. Daha doğrusu,
şimdiden önemli, ama kalıcı olmaya da aday. Çok iyi bildiğimiz bir
dünyanın özgül yaşantısını, bildiğimiz evrensel yazarların yeteneğiyle
bize aktarabildiği için.
MURAT BELGE
Şubat 1986, İstanbul



metin eloğlu

metin eloğlu


https://yadi.sk/d/k_nlUEfAq4Agz


Çinisi çeşmesi leğende çitilenen
Sultantepe bu
Ayaklarım çiçekle yıkıyorlar
İyi ki geldin sen yokken
Öldük öldük dirildikti
Biz mi gitsek o mu gelse
— zembilinde neler var —
Üsküdar ödemeli


MAĞARA
Biz gençliğimizi tattık da
Seni pek bilemedik
Şimdi kendi kanını emiyor
Yavru bir yarasa
Sanki suda uçları
Köpürürken karanlık
O da haklı
Benim gibi
Memeden kesilmiş çocuk

Mehmed Zeki Pakalın - Son Sadrazamlar ve Başvekiller

Mehmed Zeki Pakalın - Son Sadrazamlar ve Başvekiller


https://yadi.sk/d/Mkc2uDJBq47uS 


Osmanlı devletinde idare makinesinin başında bulunan
zatın «Sadrâzam» Unvanını alması Kanunî Sultan
Süleyman zamanından başlar. Ondan evvel ilk zamanlarda
«Vezir», daha sonraları vezirler çoğalınca, «Veziriazam
» deniliyordu.
Vezir; muin manasınadır. Hükümdarın muavini
ve yardımcısı demekdir. Bu ünvan Abbasî devletinin
bidayetinde zuhur etmiş ve ilk defa (Ebu Selemetülhilâl)
e verilmişdir. Mağrib devletlerile «Endülüs» de verize
«Hâcıb» denilirdi. Hâcib; perdedar demekdir. Emire
odasının perdesini tutacak kadar yaklaşmasından dolayı
bu ünvanı almış idi. Türk devletlerinin bazılarında
«Ata Bek» tâbiri kullanılmışdır. Osmanlılarda da «Lala»
tâbiri an’ane olmuşdu.


«Sadrâzam»; «sadır» ile «a’zam» kelimelerinin birleşmesinden
meydana gelmişdir. «Sadır» kelimesi baş,
yukarı demek olduğu gibi «a’zam» da daha büyük demekdir.
Şu halde «Sadrâzam» en büyük vezir demek
olur.
Padişahın mutlak vekili olduğuna delâlet etmek
üzere Sadrâzamlara «Möhri Hümayun» verilmesi Abbasî
halifelerini takliden vâki’ olmuşdur. Evvelleri Möhri
Hümayun yüzükde idi, Sadrâzamlar parmaklarına takarlardı.
Sonraları ince zincire ilişdirilmiş altın kise içinde
boyunlarına takıp ceblerinde taşımak âdet oldu. Eski
Sadârazamlar möhürden ayrılmağı mansıbdan ukaklaşmakla
bir saydıkları için gece dahi koyunlarında saklarlardı.
Âli Paşanın hamama bile möhürle girdiği söyleniyor.
Ecnebi hükümdarlara yazılan «Namei Hümayun»
ların zarfı bu möhür ile möhürlenirdi.


Sadrâzam ünvanı üç kerre Başvekâlete tahvil olunmuşdur:
1838 (H. 1254), 1878 (H. 1295), 1878 (H. 1296).
tik defasında on dört buçuk ay, İkincisinde yüz on dört gün, üçüncüsünde de üç buçuk sene kadar türmüşdür.
Son Vak’anüvis Abdürrahman Şeref Efendinin dediği
gibi [Tarih Müsahabeleri, sahife 264], «bu ünvan
tebeddülü esasa hizmet etmeyip, göz boyama kabilindendir.
»
Sadrâzam unvanı Osmanlı saltanatının sonuna kadar
devam etmiş, ve saltanatla beraber tarihe karışmışdır.

Osmanlılar zamanında «Şeyhülislâm» lık makamını
işgal edenler için « <>-j* = Devhat-üUmeşayih»,
«Reisülküttab» lar için « i— = Sefinet-ür-rüesa»,
«Kaptan Paşalar•» için « J- = Harita-i-
Kaptanan», hattâ «Darüssaade Ağalan» için « *ıyüı<Ju»-
=: Hamile-tül-Kübera» adlı eserler gibi Sadrâzamlar için
de « = Hadika-tül-vüzera» Unvanlı eser vûcude
getirilmişdir. Üçüncü Sultan Ahmed zamanı şair
ve âlimlerinden olan Osmanzade Ahmed Taib (ölümü
1723) in eseri bulunan « » ya (Dilâverzade Ömer
Efendi), (Ahmed Cavid Bey), (Bağdadlı Abdülfettah
Şefkat Efendi) ve en son olmak üzere de (Rif’at Efendi)
tarafından zeyiller yazılmış, evvelkiler bir arada,
ve sonuncusu da « jfİjJ-ljjj = Verd-ül-Hadaik» ünvan
ile taş başması olarak ayrıca basılmış dır. Rifat Efendinin
zeylinde Yusuf Ziya Paşa ile Yusuf Kâml Paşa arasındaki
yirmi dört sadrâzamın tercemei hali yazılıdır.

îşte «Son Sadrâzamlra ve Başvekiller» Rifat Efendinin
bırakdığı Mahmud Nedim Paşadan başlıyarak Tevfik
Paşa ile sona eren sadrâzamları ihtiva edecek ve bu
itibarla «Hadikat-ül-Vüzera» nm sonuncu ve tamamlayıcı
zeyli olacaktır.

Senelerce çalışmanın mahsulü olan bu eserimle son
zaman tarihinin aydınlanmasına bir parçacık olsun hizmet
edebildimse ne şeref! Kadıköy, 16 Mart 1940

9 Mart 2016 Çarşamba

Marvin Harris



Marvin Harris


https://yadi.sk/d/6KXNaB6kpzmLw


Harvard Üniversitesi'nden antropolog Douglas Oliver Solomon
Adalarında Bougainville'de yaşayan Siuai'ler arasında
yaptığı bir alan çalışması sırasında "büyük adamlık" konusunda
klasik bir araştırmayı yürüttü. Siuai'ler arasında bir "büyük
adam"a mumi adı verilir ve bir mumi statüsüne erişmek her gencin
en yüksek tutkusudur. Bir genç adam bir mumi olabilme yeteneğini
herkesten daha çok çalı􀢏makla ve kendi et ve hindistancevizi
tüketimini dikkatle sınırlama yoluyla ispatlar. Sonunda
o niyetlerinin ciddiliği konusunda karısını, çocuklarını ve
yakın akrabalarını inandırır ve onlar da onun ilk şöleninde kendisine
yardım edeceklerine ant içerler. Eğer şölen başarılı olursa
onu destekleyen çevre genişler ve o daha da büyük bir cömertlik
gösterisini hazırlamak için çalışmaya koyulur. Onun daha sonraki
amacı içinde kendi erkek izleyicilerinin yan gelip yatabilecekleri
ve konuklarını eğlendirip besleyebilecekleri bir kulüp
yaptırmaktır.

Kulüp binasının kutsanmasında bir şölen daha düzenlenir
ve eğer bu da başarı kazanırsa, onu destekleyen çevre -
gelecek şölen için çalışmayı isteyen insanların sayısı - daha da
büyür ve ondan bir mumiblarak söz edilmeye başlanır. Onun destekçileri
bütün bunlardan ne elde ederler? Her ne kadar gittikçe
büyüyen şölenler mumi 'nin destekçilerinden olan isteklerinin daha
usanç verici olması anlamına gelirse de, genel üretim oylumu
(hacmi) artış gosterir. Bu nedenle arada bir yandaş izleyiciler
çok çalışmak zorunda kaldıklarından yakınırlarsa da onların bir
"büyük bakıcı" olarak m umi'lerine ünlerini korudukları ya da
arttırdıkları sürece yine de sadık kalırlar.

Marquis de Sade

Marquis de Sade


https://yadi.sk/d/olQqZSf0pzkjy 


Sade, on iki yıl hapis yattıktan sonra kendini Fransız
Devrimi’nin aktörü olarak bulur. Bugünkü Vendôme Meydanı'nın
yerinde bulunan Piques Seksiyonu’nun başkanı olur. Politik
kariyerinin doruğunda, Devrim Meydanı’nda Marat ve
Lepelletier’nin ruhlarına saygısını belirtir. Terör'ün kurbanı olur
ama hayatla kalmasını Robespierre’in düşüşüne ve öldürülmesine
borçludur. Yazılarından dolayı Napoléon tarafından kapatılmadan
önce Yatak Odasında Felsefe'ye “Fransızlar, cumhuriyetçi olmak
istiyorsanız biraz daha çaba!” adlı söylevin giriş bölümünü ekler.
Sade bir devrimci midir yoksa bir tutucu mu? Ne biri ne
diğeri: Devrimci bir dönemle dalaşan bir asidir o. Bir o yana bir bu
yana yuvarlanmak isyanın özüdür. Goşist isyancıların "arzu
ideolojisi”yle birlikte Sade’ı gerici anlamda kullandıklarını biliyoruz
(bkz. Michel Clouscard).



Başka “Sadecılar”, özellikle biyografisini yazanlar ise (bkz.
Gilbert Levy, Vie de Marquis de Sade) tersine, onun isyanını
hafifleterek, onun devrimci bağlılığını oportünizm olarak görürler.
Yine de, görüntüyü gerçeklikten tüm gücüyle ayırmaya çalışan
romantik önyargıdan sakınalım. Nasıl ki Beethoven’in her bir
kuartetinde Valmy Savaşı’nın gürültülerini işitiyorsak, Sade'da da
Fransa'nın dünyanın çehresini değiştirdiği bu müşkül zamanların
dakik nabız atışını hissetmememiz mümkün değildir.


Bu koşullarda Sade ve Robespierre kendi kısır alternatifleri
içinde tükenmişlerdir: Sade'a göre ahlâka karşı ateizm,
Robespierre’e göre ateizme karşı ahlâk. Biri -Sade- ilk günahla
şekillenmiştir, doğal kötülüğe inanır; diğeri -Robespierre- doğal
iyiliğe inanır (bunu da kötü bir Rousseau okumasına bağlayabiliriz
ama bu başka konudur)... Her ikisi de, inancın sona ermesinin bir
ahlâka imkân tanıdığını ve bunun da inşa edilmesi gerektiğini
göstermeye çabalayan Bayle’nin programatik kaygısının berisinde
kalmıştır.


Ahiret mutluluğu adına hazzı mahkûm eden eski püritanizmi
hep biliyoruz. Haz adına mutluluğu sansürleyen sosyal-demokrat
burjuvazinin (bkz. Philippe Sollers) egemen söylemi ise daha az
eleştiriliyor. Sade, liberter-liberalizmin yabancılaştırıcı oyuncu
pornografisiyle ölçüştürülmelidir.


Baudelaire’in belirttiği gibi, devrimlerin paradoksu “zevk
düşkünleri tarafından hazırlanıp” püritenler tarafından
sürdürülmesidir; Cromwell ya da Robespierre örnekleri bunu
göstermektedir... Yanlış anlama da buradan kaynaklanır: Juliette
altüst oluşu hayal eder; Justine kardeşliği. Ama iki kız kardeş doruk
noktasına varmış soyutlamalardır. Materyalist, bilimsel ve yaratıcı
bir yaklaşım bu açmazları aşmamıza yardım edebilir.




İnsanın doğası üzerine dikkatle düşünmüş olanlar, bütün
tehlikelerin, bütün kötülüklerin, ne kadar büyük olursa olsun,
bunlar uzak olduklarında güçlerinden çok şey yitirdiklerine, küçük
tehlike ve kötülüklerin, gözümüzün önünde oldukları sürece çok
daha kaygı verdiklerine ikna olabilirler. Yakındaki cezaların, suçtan
vazgeçirmeye gelecek cezalardan daha etkili ve daha uygun
oldukları açıktır. Yasaların hiç etkisinin olmadığı günahlar
karşısında insanlar, ender olarak akıllarına gelen ya da ancak
belirsiz ve kolaylıkla ortadan kaldırılabilir dalgalar halinde kendini
gösteren gelecekteki sonsuz felaketlerin kaygısındansa, sağlık,
edep, ün gibi gerekçelerle ve gözlerinin önündeki geçici ve mevcut
düşünceler nedeniyle çok daha etkin bir şekilde vazgeçmiş değiller
midir?

Marguerite Duras

Marguerite Duras


https://yadi.sk/d/wZ7f5u55pz2wG


Ne Vitry'de ne yakın çevresinde hiç kimse annenin
nereden, Avrupa'nın hangi tarafından geldiğini bilmiyordu,
hangi ırka mensup olduğunu da bilen yoktu.
Bu konuda sadece Emillo bir şeyler biliyordu, dahası
annenin kendi yaşamıyla ilgili olarak bilmediği şeyleri
de biliyordu. Herkes annenin daha önce, Vitry' den önce
başka bir hayah yaşamak zorunda kalmış olduğunu
sanıyordu. Fransa'ya, bu tepeler kentine gelmeden önce
...


Jeanne ağlamasını seyreder onun. Kendisi ağlamaz.
Baba: Sen kaç numarasın?
Jeanne: Ben Jeanne'ım.
Baba: . . . Üç numara ...
Jeanne: Hayır, iki mumara. Emesto'yla aynı yaştayım.
Baba: Nasıl bıraktın okulu?
Jeanne: Kalkhm ve sınıftan çıkhm. Sonra yavaş yavaş
bahçeyi geçtim. Okul müdiresi orada çevreyi gözetliyordu,
beni gördü, gülümsedi, hiçbir şey söylemedi.
Bahçeden çıkhm. Koştum.
Baba: İnanılır gibi değil. . .
Sessizlik.
Jeanne dışarıya bakar. Emesto mutfağın önünden
geçer.
Jeanne: İşte ünlü kardeşimiz geçiyor.